26 Ekim 2011 Çarşamba

Sağlık Politikası Sağlıklı mı?

Noyan Doğan Hürriyet gazetesinde yer alan Pazartesi günkü yazısında  ( http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/19065395.asp) sağlıktaki mevcut politikayı eleştiriyor ve “ne kadar sürdürülebilir” diyor.
Mevcut politika nedir? Sözde herkese eşit, ücretsiz sağlık hizmeti sunuluyor. Sözde diyorum çünkü, bir kere eşit değil. Bazıları (kim oldukları malum) daha iyi ve kapsamlı hizmet alıyor geri kalanı eh işte.

İyi hizmet alan bazılarının diyecek  lafı olamaz. Rabbim nereyi derse orada devlet kesesinden tedavi olyorlar. Ama geriye kalan kitle için durum sanıldığı ve sunulduğu kadar parlak değil maalesef. Boğazları ağrıdığında  kolayca tedavi olabiliyorlar  da, ciddi bir rahatsızlık söz konusu olduğunda gelirlerine bakılmadan ellerini ceplerine atmaları, ya da kaderlerine razı olup, gittiği yere kadar yaşamayı kabullenmeleri gerekiyor.

Noyan Bey’in Ücretsiz ve kolay ulaşılır sağlık siteminden  kast ettiği sanırım her mahallede açılan Aile hekimliği merkezleri. Her mahallede zaten var olan  ve uzman doktorlar barındıran sağlık ocaklarının adını değiştirip, uzman doktor yerine pratisyen hekim koyup, aile sağlığı merkezi yaptılar. Evet artık bebeğiniz varsa aşı zamanı geldi  diye arıyorlar sizi. Kesinlikle güzel bir şey. Ama oğlumun (özel) çocuk doktorunun kesinlikle yapmayın dediğini, ASM’deki pratisyen hekimimiz, kulaktan dolma (o da yanlış) bilgisiyle, yapın diye önerebiliyor. Dolayısıyla aile sağlığı merkezindekilerin hiç birine güvenemiyorsunuz.  İmkanınız varsa, özel doktora gitmeye devam ediyorsunuz. Eski sağlık ocaklarında en azından çocuk doktoru, dahiliye doktoru ve bir jinekolog bulunurdu. Çocukların aşılarını belki anneler takip etmek zorundaydı ama, cüzi bir ücret karşılığında işini bilen uzmanlarla muhatap olurdunuz.

Noyan Bey bir de halkın özel hastanelerde tedavi görmesine imkan yaratıldığından bahsetmiş. Hangi hastane ve hangi halk olduğunu çok merak ettim doğrusu.  Benim gibi SSKlı çalışan halk değil herhalde. Bir kere bütün özel hastanelerde SSK anlaşması yok. Ben Anadolu Yakasında oturuyorum. Benim bildiğim adam gibi hastanelerden, bir Medical Park, bir de Medipol’de var anlaşma. Zaten,anlaşmalı  özel hastaneye gittiğimizde de öyle bir hasta katılım payı çıkartıyorlar ki karşımıza, zaten SSK anlaşması olmayan bir özel hastanede de aynı parayı ödeyerek tedavi olabilirsiniz.

 Örnek mi? Çok kolay, geçen yıl bizzat ben tecrübe ettim. Hamileydim.  Doğum mecburen sezaryen ile gerçekleşecekti.  Bu yüzden işin maddi yönünü düşünüp SSK ile anlaşması olan bir özel hastanede doğum yapayım dedim. Hasta katılım payı aldıklarını biliyorum ya, neyse veririz diye düşündük. Medical Park’tan fiyat aldım.  Epidural anestezi ile sezaryen için. 3 bin lira civarında bir fiyat verdiler bana ( Beni ameliyat edecek olan doktoru da ben dışardan getirecektim üstelik) . Bu hasta  katılım payı bu arada. Hastane masrafının tamamı değil. Üstünü SSK dan alacaklar.  Bunun üzerine doktorumun tavsiye ettiği özellikle doğum konusunda isim yapmış, köklü bir başka hastaneye gittim. Onların SSK anlaşması yoktu. Hastane masraflarının tamamını ben ödeyecektim. Bana çıkarılan fiyat aynı koşullar için  3250 TL idi.  Tabi ki ikinci şıkkı tercih ettim. Birilerinin benim üzerimden SSKdan ekstra para kazanmasına  aracı olmak istemedim.

Devlet hastanelerinin durumu ise perişan.  Güya randevu alıp da gidiyorsunuz muayne olmaya. Bir kere randevu için illa internetiniz olacak.  Devletimiz gayet moderndir. Her evde bilgisayar ve internet bağlantısı vardır, yoksa da olmalıdır.  Çünkü başka türlü randevu alma şansınız çok düşük. İnternette bile epey bir süre köşe kapmaca oynuyor, pes etmezseniz randevuyu kapıyorsunuz.  Randevuyu alıyorsunuz da, o saatte, doktoru yerinde bulabilirseniz muayne oluyorsunuz. Vaktiniz varsa saatlerce beklersiniz,  benim gibi çalışan biriyseniz, patrondan azar işitmeyi göze alamayıp, muayne olmaktan vazgeçersiniz ve hastalığınızın kendiliğinden geçmesi için dua edersiniz.

Şimdi diyelim, inatçı çıktınız, randevuyu kaptınız, o gün şanslı gününüzdeydiniz doktor sadece 45 dk rötarla muayne etti sizi. Belirtilerden emin olamadı bazı tahliller istedi.  Kan ve idrar tahlili ise şanslınsınız, verirsiniz biter gider. Ama  tomografi, MR gibi bir cihazla görüntüleme isterse, yandınız.  Artık kaç ay sonraya gün verilir, bilinmez. 45 günden erken olursa şanslısınız demektir. O sürede kırıldığı şüphelenilen kemik kaynamış, olduğu varsayılan kanser ilerlemiş, devletimizi ırgalamaz. Bekleyeceksin kardeşim.  Haa bu arada Türkiye MR ve tomografi cihazı enflasyonu olan bir ülke. Her  isteyen getirip bir merkez açıyor.  Ama cebinizde çoook paranız varsa oralardan hizmet alabiliyorsunuz. Öte yanda, Devletin hastanesindeki tek makinada insanlar kuyruk olmuş ne gam. 

Teşhis konuldu. Sıra geldi tedaviye,  SSKnın onayladığı ve muadil oldunu ileri sürdüğü ilaçlarla yetinmek zorundasınz. Daha etkilisini, iyisini talep etme hakkınız yok. İsterseniz, kendi cebinizden ödeyip alırsınız.  Devletimizin yeterli gördüğü sürece tedavi olursun.  O sürede iyileştin iyileştin, iyileşemedin kaderine küs. Senin de ömrün buraya kadarmış  n’apalım. Örnek mi. Kanser tedavisi gören bir arkadaşıma koruma dönemi için ilaçları olması gereken süresinin yarısında ödendi. Yanlış olmasın ama. Koruma dönemi tedavisi min. 2 yıl olması gerekirken, devletimiz 1 yıl ödüyormuş sadece.  Üzerini fuzuli buluyor. 

Aslında sağlık politikalarına bakılırsa, SSKlı vatandaşları fuzuli buluyorlar da, naapsınlar, topladıkları verginin büyüğü onlardan geliyor. O yüzden vazgeçemiyorlar.  Ekonomik ömrünü tamamlayana kadar idare ediyorlar. Masraf çıkarmaya başladığında gözden de, elden de çıkarıveriyorlar.

Geçenlerde eve temizliğe gelen hanım anlattı. 12 yaşındaki kızı şeker hastası. Eşi sırf çocuğun ilaç masraflarını SSKdan karşılayabilmek için emeğini  sömüren, zor durumda oluşunu kullanan bir firmada asgari ücretle  çalışıyor. Hem de bayram seyran, hafta sonu demeden. Yıllık izin filan kullanmadan.  Geçenlerde SSK açıklama yapmış, bazı ilaçlarını artık karşılamayacaklarmış. Kısıntıya gidilen, çocuğun sağlıklı bir gelişim  gösterebilmesi için elzem olan bir ilaç. O ilaç olmayınca, ölmüyorsun. Ama çocuksan, gelişimin yavaşlıyor, şeker nedeniyle iç organların yavaş yavaş tahrip oluyor.  SSK demiş ki organlarda hasar yoksa ilaç da yok. İyi de ilacı zaten  hasar olmasın diye alıyor o çocuk. Ama kime anlatıyorsun. Aylık epey bir para tutuyor ilaç ve kadıncağız, ne yapacağını şaşırmış, durumda.

Hani SSK bütün tedavi masraflarını, karşılıyordu? Hani bütün hastaneler açıktı? Hani ücretsiz sağlık hizmeti?
Dostlar alışverişte görsün hizmeti bunun adı. Boğazın ağrıyorsa, bedava muayne, bedava ilaç. Nasılsa doktor pratisyen, maaşı üç kuruş, tedavisi desen o da ucuz. Allah daha ciddi hastalık vermesin. Çünkü paranız yoksa gerçekten Allah’a emanetsiniz.

Oysa tam tersi olmalı, boğazım ağrıdığında eczaneden bir tane 3 liralık  thera flu alıp  kendimi tedavi etmeyi ben de becerebilrim.  Devlet beni ciddi sağlık problemleriyle karşılaştığımda kollamalı. Neyse beni hayatta tutacak, sağlığımı kazanmamı temin edecek tedavi, onu yapmalı, ücretsiz tarafından.  Rabbim nerede isterse orada tedavi olan şanslı azınlığın ve avanelerinin tedavi masraflarını benim üzerime yıkıp, sonra da sağlık harcamaları çok yüksek deyip,  faturasını bana kesmemeli.

Ama nerde o sağduyulu, vicdanlı politikacılar. 40 yaşıma geldim, bu güne kadar bilmem 3 tane görebildim mi?

17 Ekim 2011 Pazartesi

Kitap Okuma Alışkanlığı

Geçenlerde Doğan Hızlan’ın eski bir yazısını okudum. Edebiyat öğretmenleri isyanda diyordu. Öğrencilere kitap okutmakta zorluk çekiyorlarmış. Milli Eğitim Bakanlığı’nın belirlediği 100 temel eserden kitap seçmeleri istenince, öğrenciler en ince olanını seçmeye gayret ediyormuş. Bu kitapları okumak istemiyorlarmış. Doğan Hızlan da öğrencilerin bu durumuna mazeret buluyor kendince. Evinde kitap kütüphane görmeyen çocuk nasıl kitap okusun diyor. Anne babaları ve eğitim sistemini suçluyor. Ben edebiyat öğretmenlerinin şikayetlerine de, Doğan Hızlan’ın  öğrenciler adına bulduğu mazerete de katılmıyorum.  Eğitim sistemi hakkında söylediklerine katıldığımı  belirteyim hemen.  Ama burada bahsini geçirmek istediğim konu o değil tam olarak.

İlk itirazım, “ Kitap okunan evde büyüyen çocuk kitap okur,  büyükleri kitap okumayan çocuk bu alışkanlığı edinemez” tespitine. 
Çocukken en büyük hayalim, kitap dolu bir evde yaşamaktı, çünkü bizim evde kütüphane yoktu. Ders kitabı dışında kitap okumayı fuzuli gören bir annenin çocuğuyum ben. Babamın bana her hafta hiç aksatmadan aldığı milliyet çocuk dergileri, derslerime de bir katkısı olabilir  fikriyle istisna tutulurdu o kadar.  Annemle babamın mezun olduktan sonra ellerine tek bir kitap bile aldıklarını sanmıyorum. Ben görmedim.  Ama ben de, kızkardeşim de tam bir kitap kurduyuz.  Şu an evimde bir oda kütüphane, tam hayal ettiğim gibi.  Kızkardeşimin de salonunda bir duvar kütüphanedir. Şimdi gelelim işin ilginç yanına. Kardeşimin ikizleri var.  Kız, bize çekmiş, okumayı çok seviyor.  Ona kitap yetiştiremiyoruz diyebilirim. Ama oğlan, okumuyor. Ne yaptıksa nafile.  Eşim çizgi romanlarla  kazanmış kitap okuma alışkanlığını, sonra arkası gelmiş.  Buradan yola çıkarak çizgi romanlar aldık. Klasiklerin çizgi romanları, Red Kit, Teksas, Tommiks, hiç biri fayda etmedi.

İkinci itirazım, çocukların kitap okuma alışkanlığı olup olmadığının 100 temel eser ile tespit edilmeye çalışılmasına.  Benim kızım okumayı sever. National Geographic Kids ve Bilim Teknik en sevdiği dergilerdendir.  Kitap okumayı da sever. Ama sevdiği kitaplar yerli, yabancı güncel yazarlara ait kitaplar.  Hareketli, macera ve heyecan dolu kitapları büyük bir keyifle okuyor.  Ama 100 temel eser listesindeki kitapların çoğunluğundan nefret etti.  Çünkü Balzac’ın sayfalarca süren tasvirlerini okumaktan hoşlanmıyor. Ya da Robinson Crusoe ona inandırıcı gelmiyor. Çünkü bu çocuklar bilgisayar, uçak ve tüketim çağının çocukları. GSM, GPS, USB belli bir yaşın üzerindekiler için,  bir araya gelmiş harflerken, onlar için anlam ifade eden kelimeler.  Dünyanın görülmemiş, deşilmemiş hiçbir yeri kalmadı.  Issız ada hikayesi, ancak “Lost “dizisindeki gibi bir esrar içeriyorsa cazip.  Öte yandan, Kızım , Aziz Nesin’i çok seviyor. Çünkü hikayeleri genç, dinamik,yaşlanmıyor.

Artık  mesafeler  kısa, bilgiye ulaşmak hızlı, dolayısıyla bilgiyi eskitmek kolay, çünkü arkasından büyük bir süratle yenisi geliyor. Yavaş davranırsak geride kalırız. PCleri geliştirmek herhalde 30 yıl sürmüştür. Ama şimdi 3 ayda bir model yenileniyor. Tüketim de öyle, artık sadece mevsim başında alışveriş yapılmıyor çünkü mağazalar haftada bir koleksiyon değiştiriyor.  Bu sene giyilen ayakkabı bir sonraki yıl kullanılmıyor artık.

Böyle bir ortamda gençlerden hala Onlara tümüyle yabancı bir çağa ait eserleri okuyarak, okuma sevgisi kazanmalarını beklemek anlamsız. Bence edebiyat derslerinin müfredatı yeniden gözden geçirilse ve modernize edilse;  Öğretmenler durumun sandıkları kadar  vahim olmadığını görecekler.